Batı anti-medeniyetinin çocukça çöküşü – Nihat Kaşıkcı

Batı anti-medeniyetinin çocukça çöküşü – Nihat Kaşıkcı
Yayınlama: 16.08.2023
10
A+
A-

Evet, bugün Avrupa’nın şahsında tecessüm eden ‘Batı Medeniyeti’, tam olarak bir ‘anti-medeniyet’tir. Bu, Roma’nın şaşalı dönemlerinde de böyleydi.

Her ne kadar bilimde, teknikte, ekonomik ve sosyal refahta büyük ilerlemeler yaşamış olsa da, özünde Batı dediğimiz yapı, bizim anladığımız manada bir ‘medeniyet’ hiçbir zaman olamamıştır.

Medeniyet olabilmenin birinci şartı; insanlığa adaletli, vicdanlı, irfanlı bir fikir, bir ideolojik önermeler bütünü sunabilmektir. Geldiği yerde, insanlara huzur ve refah sunan bir düzen kurabilmektir.

Kendisini Hıristiyanlık-Roma-Antik Yunan ‘medeniyetlerinin’ (!) mirasçısı kabul eden Avrupa, medeniyet iddiasını da bu üçleme üzerinden tahkim etmeye çalışıyor.

Peki, bu üçleme, bizim ‘medeniyet’ diye kabullendiğimiz değerler dizisini (paradigmayı) ne ölçüde karşılıyor?

Bunun için biraz geriye dönüp, tarihteki bazı yaşanmışlıklara bakmakta yarar var. Mesela Haçlı Seferleri… Müslüman Türklerin 1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu’da varlığını kabul ettirmesi, hemen 25 yıl sonrasında başlatılan Haçlı Seferlerinin ana gerekçesi sayıldı. Güya bu Haçlı Seferlerinin amacı, ‘Hıristiyan Batı Medeniyetini tehdit eden’ Müslüman Türkleri Anadolu’dan söküp atmaktı. Öyle ya, onlar Anadolu da dâhil; Asya’nın, Afrika’nın, Avrupa’nın ve hatta gelecekte keşfedecekleri Amerika ve Avustralya’nın da doğal sahipleri ve efendileriydiler.

Bu yüzden Makedonyalı İskender, Asya ve Hindistan’ın diplerine kadar işgale kalkışmıştı. Bu yüzden, Avrupa’nın lordları birleşip, İran ve Turan üzerine yürümüşlerdi. Tabi, karşılıklarını her zaman aldılar.

Peki, Papaz Pier Lermit’in, İberya’nın dağlarında eşek sırtında dolaşarak kışkırttığı it-kopuk sürüsünden oluşan Haçlı güruhu, Hıristiyanlık veya herhangi bir medeniyeti temsilen mi Müslüman Türklere saldırmak üzere yola çıkmıştı.

Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki bütün Haçlı Seferleri, medeniyet fikrinden bağımsız olarak, hırsızlık, yağma, eşkıyalık, tecavüz ve bilmem ne hırslarının köpürtülmesiyle vücut buldu.

Nitekim Haçlı Seferi için yola çıkan bu it-kopuk sürüsü, mensubu olduğu Hıristiyanlığın bir başka mezhebine bağlı olan Bizans’ı (İstanbul) 1204’te gelip işgal etmiş; işgal sırasında da şehri tepeden tırnağa yağmalayıp, Ayasofya ve diğer inanç merkezlerinde yapmadık rezillik ve pislik bırakmamıştı. Ayrıntılara girmeyelim.

Batı anti-medeniyeti, sonraki yüzyıllarda da hiç değişmedi. Hep kendisini dünyanın efendisi sandı. Kural koyucu, standart belirleyici, ölçüp-biçici, değerini tespit edici hep Batı idi. Bu üstenci bakışla, yeryüzünün milletler arasındaki taksimatına da ancak onlar karar verebilirdi. Bu yüzden canlarının istediği coğrafyaları işgal ettiler, sömürdüler, kemirdiler, semirdiler. İnsanları derilerinin rengine, boyuna-posuna, kilosuna, göz ve saç rengine göre tasnif ettiler. Bu tasnife göre hangi tip insanın kaç para edebileceğine karar verdiler. Öyle ya, esmer tenli, kara gözlü, kara saçlı Suriyeli-Afgan-Somalili-Cezayirli-Libyalılarla, yeşil-mavi gözlü, beyaz tenli, sarışın Ukraynalılar aynı değerde olamazdı. Nitekim bu sınıflandırmaya göre amel ettiler.

Afrika ve Asya’daki Müslüman coğrafyalara saldırırken, hatta Amerika kıtasının yerli unsurlarını yok ederken de, medeniyetin tam da karşısında konumlanmış zihin dünyalarının çarpık tasavvurlarına göre hareket ettiler. Yaktılar, yıktılar, öldürdüler… Ve bunları yaparken de karşılarındakinin ‘insan’ olduğunu hiçbir zaman düşünmediler. Bu anti-medeniyet mensuplarının kafa yapısına göre, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Afrika’nın muhtelif ülkelerinde, Amerika kıtasında ve hatta Avrupa’nın göbeğinde Bosna-Hersek’te katlettikleri ‘yaratıklar’ (!) insan bile sayılmazdı.

Yalnız, bu anti-medeniyet yapının, hesap edemediği bazı hakikatler var. Mesela, kendileri oyun ve tuzak kurmayı çok iyi beceriyor; lakin ‘en yüce tuzak ve oyun kurucu’ olan Rabb’i unutuyorlar. O yüzden de, inanılmaz titizliklerle örgüledikleri tuzak ve oyunları, bizzat kendi örgülerinin işlevselliğiyle yok olup gidebiliyor.

Mesela, Afrika ve diğer coğrafyalardan köle olarak kullanmak üzere çalıp getirdikleri insanlar, zamanda kendi başlarına bela olmaya başladı.

Mesela, insan bile saymadıkları Doğulu toplumlardan, ağır ve pis işlerini gördürmek amacıyla, ucuz işgücü olarak ülkelerine kabul ettikleri ‘yabancılar’, zamanla pozisyon elde etti, ülke yönetiminde de hak sahibi haline geldi.

İnsan yerine koymadıkları Müslümanlar, giderek kendi içlerinde çoğalmaya, hatta bizzat Batılı toplumları da inanç bakımından etkilemeye, değiştirmeye, dönüştürmeye başladı.

İddia odur ki, her yıl 50 bini aşkın ‘orijinal Fransız’, bilinçli bir tercihle Müslümanlığa geçmektedir.

Aslında bu inanç geçişleri yalnızca bugüne mahsus bir vaziyet değildir. Hatta Haçlı Seferlerinin, en azından sunulan gerekçeleri içindeki en önemli unsurlardan birisi, Müslümanlığın yayılması karşısında Hıristiyanlığı korumak ve yüceltmekti.

Bunun için, siyaset ve kilise el ele vererek, bin yıldır Müslümanlığı kötüleme stratejileri geliştirdi.

Bunun için, Müslümanlık ile barbar terörizm adeta özdeşleştirildi; El Kaideler, Boko Haramlar, Eş Şebaplar ve nihayet IŞID-DEAŞ fitne yuvaları oluşturuldu.

İslam; medeniyet tasavvuru olan ve insanlığa barışı, eşitliği, kardeşliği sunan bir inanç bütünü olarak değil de, insanları asıp kesmeyi marifet sanan, toplu katliamlar yaptıran bir barbarlık olarak sunulmak istendi, Batının gözü kapalı toplumlarına. Böylelikle Hıristiyan dünyasında, İslama ve Müslümanlara, bilhassa da Türklere karşı bir nefret, olumsuz algı ve mesafeli duruş kurgulamayı çoğu zaman becermiş gibi oldular.

Fakat…

Güneş balçıkla sıvanamayacağı gibi, hakikatin üzeri de sonsuza kadar örtülemiyor. Ağır ve pis işlerini gördürmek amacıyla, ikinci-üçüncü sınıf insan kategorisinde alıp götürdükleri gariban Müslümanlar, zamanla hem kendi inançlarına sahip çıktı, hem de götürüldükleri ülkelerdeki yerleşik toplumların İslam’a ve Müslümanlığa bakışını dönüştürmeye başladı.

Kilise ve siyasetin, İslam ve Türklüğü kötülemek için kullandığı ‘aşırı dozdaki’ argümanlar, tıpkı özdeyişte olduğu gibi, ‘haddini aşarak zıddına inkılap etti’.

Daha açık yazalım… Kendi toplumlarını, nefret ettirmek suretiyle bizden uzak tutma gayretleri, aslında insan doğasındaki merak ve hakikati arama içgüdüsünü tetikleri. Sonuçta, üzerine kara propaganda boca ettikleri kendi insanları, propaganda çöplüklerinin arasından sızan hakikat pırıltılarını fark etmeye başladı.

Müslümanlığı barbar göstermek üzere tezgâhladıkları 11 Eylül 2001 terörü, belki birçok insanda İslam nefreti oluşturdu; fakat kafası çalışan milyonlarca insanın da İslam’ı merak etmesine, araştırmasına, öğrenmesine ve birçoğunun da Müslüman olmasına kapı araladı.

Gelelim şimdilerdeki çocukça eylemlere… Gün geçmiyor ki, kendisini ‘medenî’ diye tanımlayan hafifsıklet bir Avrupa ülkesinde, öküzün birisi çıkıp da Kur’an-ı Kerim mushafını yakmasın… Kamu otoritelerinden ‘fikir açıklama özgürlüğü’ kılıfı altında aldığı izinle, İslam’a ve Müslümanlara hakaretler yağdırmasın…

Bu çocukça tavır, acaba Batı toplumlarındaki İslam ve Türk karşıtlığını tahkim mi edecek? Öküzün birisi kalkıp Kur’an yaktı diye, Hıristiyan vicdanlı insanlarda ilave bir İslam nefreti mi tetikleyecek?

Evet, belki o aptalca eylemlerin böyle bir amacı olabilir.

De, ortaya çıkan sonuç, bu amaca uygun mu?

Naçizane, tam tersini düşünüyorum. Batı anti-medeniyetinin bu çocukça saldırıları, Don Kişot’un yel değirmenlerine mızrakla saldırmasına benziyor. Tıpkı Don Kişot gibi, yel değirmenine karşı yaptığı her hamlede, kendisini attan düşmüş, orasını burasını yaralamış bir vaziyette buluyor.

Emin olunuz ki, Kur’an yakmayı bir ‘fikir açıklama eylemi’ zanneden bu domuzların çocukça ve ahmakça eylemleri, Batı toplumlarında en azından İslam’a karşı bir merak uyandırıyor.

Biraz sabır… Doğrusunu Allah bilir, bu ahmakça eylemler yüzünden Batının Müslümanlaşma süreci hızlanıyor.

Yüce Allah, nurunu tamamlayacaktır.

Bir Yorum Yazın
Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.